3 Eylül 2019 Salı

Son Durumlar

Yazamadım ne zamandır. Beyin kanaması geçirmişim. Hatta tam kan verdiğim günün akşamı. Yani taaa Mart ayında. Sonrasını da hatırlamıyorum. Baya bir ay kadar hiçbir şey yok. =) O bir ayda neler oldu bilmiyorum. Bir ay sonra evdeydim. Çok değişik; çünkü o bir ayda hayatımda ne oldu bitti bilmiyorum ve umursamıyorum da. =) Öğrendiğim kadarıyla 10 gün Kent Hastanesi'nde kalmışız; çünkü ameliyatım orda olmuş. Sonra da tekrar Medical Park'a gelmişiz.

Sonra iyileşme dönemi başladı. Beyin kanamasının etkileri kaybolmaya başladı. Misal ben güldüğümü sanıyordum; ama gülmüyormuşum bile. Yeniden gülmeye başladım. =)

Sonra Temmuz ayı geldi. Doktor dedi ki donör bulundu. 9/10 hücre uyumumuz varmış. 18 Temmuz'da da nakil dedi. 10 Temmuz'da hastaneye yattım. İlk iki gün boş, sonraki 5 gün de kemoterapimsi bir sıvı alarak geçti. Sonra bir gün boş ve 18'i akşamı da 15 milyon hücreli bir kan geldi. Bu da şahane; çünkü 5 milyon olması yetiyormuş. =)

19'undan itibaren artık nakil olmuş bir insandım. Şu anda eve çıktım bile 1 aydır. Her hafta kontrole gidiyorum. Şimdilik değerler olması gerektiği gibi. Yani aslında baya iyiyim de denebilir. Bakalım, artık AML yok aslında; ama kemoterapiden dolayı enfeksiyon olması riski var. O yüzden de kimseyle görüşmüyorum. Hastane haricinde de dışarı çıkmıyorum. Eve kimse girmiyor. 100 gün bu şekilde geçecek-ki 50'si geçti. =)

İşte böyle şimdilik. Burada havalar güzel. =)

28 Şubat 2019 Perşembe

Kazanın doğurduğuna inanıyoruz da öldüğüne neden inanmıyoruz?

Size biraz İlayda'dan bahsedeyim.

İlayda tatlı, enerjik, eğlenceli, komik, mutlu, keyifli, hayattan zevk almayı bilen büyük gözlü bir kız çocuğudur.

İlayda güçlü, kendine yeten, ne istediğini bilen, yaptığı şeyin peşinde koşan, istediğini alan bir kadındır.

İlayda dünyanın en normal insanıdır aslında.

İlayda kırılgandır bazen. Bazen canı sıkılır. İçinden hiçbir şey yapmak gelmez. Kendini tamamen yemek yemeye adar mesela ya da dizi izlemeye. Kimseyle konuşmak istemez. İlayda huysuzdur. Hem de öyle bir huysuzdur ki karşısındakini hayattan bezdirir. İlayda'nın egosu yüksektir mesela. Her zaman her lafı, her durumu kaldıramayabilir. Bazen kendini çok çirkin hissedebilir. Bazen öyle saçma bir şeye kapris yapar ki boğmak istersiniz İlayda'yı. Bazen çok konuşur ve saatlerce kendinden bahseder. Bazen hiç konuşmak istemez, dinlemez de hatta.

İlayda insandır kısacası.

Şimdi gelelim esas konumuza. Geçen hafta tedavimin ikinci kısmı için yeniden hastaneye yattım. İkinci kür terapimi aldım. Biraz daha ağır bir terapi gördüm. Zamanım uyuklayarak, yatarak, olabildiği kadar huysuz olarak geçti.

Bir sürü de mesaj, tepki aldım. İyi misin? Her şey yolunda mı? Bir sıkıntı mı var? Bir anda beni memnun etme çabasıyla doldu ortalık.

Bu çabayı anlamakla birlikte açıklama yapma gereği duydum. Benim sürekli uyuyor olmam kötü bir şey değil. Huysuzlanmamda bir sıkıntı yok. Bu, benim kötü olmam ve pışpışlanmaya ihtiyacım olması demek değil. Aksine normal davranılma ihtiyacı; çünkü ben zaten çoktan yol verdim AML'ye biliyorsunuz ki. Değerlerim mis gibi. Yaşamayı da en az ilk tedavi sürecimdeki kadar çok seviyorum hala. Hatta her geçen gün daha da çok seviyorum. Hepimizin içi rahat olabilir.

Şu an normal hissetmek istiyorum sadece. Mesela biriyle konuşurken sürekli benim nasıl olduğumdan bahsetmek istemiyorum. Dışarıda bir kahve içiyor olsaydık ne konuşurduk? İkimiz de günlük hayatımızdan bahsederdik, değil mi? Bir mutluluğumuz, heyecanımız, derdimiz varsa paylaşırdık, dedikodu falan yapardık mesela. Hah, işte onu yapabilelim istiyorum ben.

Şöyle ifade edeyim. 2 aydır ben kendi rutin hayatımdan kopuk yaşıyorum zaten. Kendi evimde, kendi yatağımda uyumuyorum. Kendi şehrimde bile yaşamıyorum. Arkadaşlarımla yüz yüze görüşmüyorum. Provam yok. Oje sürmüyorum. Makyaj yapmıyorum. Saçım yok. Sadece pijama giyiyorum mesela. Şıkır şıkır giyineyim de bir gece dışarı çıkıp canlı müzik dinleyeyim diyemiyorum. Sahneye çıkamıyorum. Kendim çıkamadığım gibi oyunumun bensiz oynamasını takip etmek zorunda kalıyorum. Kısacası zaten rutin hayatımdan olabildiği kadar uzağım. Bu nedenle rutin hissettirecek muhabbet istiyorum hayatımda en çok.

Bu benim kötü ya da hasta olmamdan değil, insan olmamdan kaynaklanıyor. O yüzden inanın ki gayet iyiyim; çünkü insani hislerdeyim ve aslında süreci benim için kolaylaştıran ya da rahatlatan şeylerden bir tanesi de bu zaten.

İlk tedavi sürecinde daha enerjiktim, evet; çünkü öyleydim. Öyle olmak için zorlamamıştım. Öyle olmuştum. Şimdi de daha enerjik olmak için kendimi zorlayamam; çünkü o kadar enerjik değilim. Benden öyle olmamın beklenmesini de gerçekçi bulmuyorum. Milyonlarca parametre var. Terapi daha ağır olduğu için olabilir, regl olamadığım için olabilir, arada evci çıkıp yeniden geldiğim için olabilir, hayatımı özlediğim için olabilir, kateterim daha sert olduğundan kendini hissettirdiği için olabilir, hiçbirinden olmayabilir de. Nedense neden. Sadece kabul ediyorum ben o duyguyu; çünkü adı üstünde bu bir duygu. Tüm duygular geçici. Sadece geldiği gibi yaşıyorum ben şu anda. Yarın bir bakmışsınız yine bir sürü acapella videosu hazırlamışım, resimler yapıyorum, şarkılar söylüyorum. Olamaz mı, olabilir? Yeter ki onun da geçici olabileceğini bilelim.

23 Şubat 2019 Cumartesi

Küçülerek Büyümek

Minimalizm diye bir kavram duymuşsunuzdur. Üstüne kitaplar, konuşmalar, belgeseller, programlar dönüyor son zamanlarda. Bol bol maruz kalabileceğiniz bilgilendirmeler mevcut. Ben de biraz bu konuya değinmek istiyorum. Amelelik esnasında ister istemez içine düştüğüm minimalizm durumu ve bunun hayatıma getirdiği yeni bakış açısı hakkında cümlelerim var.

Öncelikle okuduklarımdan, izlediklerimden anladığım kadarıyla minimalizm demek sana hizmet edeni hayatında tutmak ve sana hizmet etmeyen her türlü yükü hayatından çıkarmak demek oluyor temelde. Doğru mu bilmiyorum; ama bu benim yorumlamam. Yani sadece 3-5 parçan olsun ve öyle yaşamayı öğren değil, sadece ihtiyacını karşılayabildiğin de değil, yeri geldiğinde kullandığın ve sana hizmet ettiği sürece lükse de kaçabildiğin anlamını çıkardım ben. Önemli olan hayatında gerçekten yer işgal etmesi ve işgal ettiği bu yerin sana bir faydasının olması. Benim için bunu ifade ediyor. Dolayısıyla bu yazı biraz bu temel üzerine kurulu olacak.

Amelelik sürecine girdiğimden beridir hayatım normalin dışında akıyor haliyle. İlk olarak yaptığım şey acil dönüşü araya haftasonu girdiği ve ana tahlilleri mesai saatleri içinde yaptırmak durumu olduğundan, o haftasonu Cengus da İstanbul'da olacağından, evde yalnız kalmamak için Bengimup'a yerleşmek oldu. Yanıma ufak bir valiz aldım. İçine de bir set kıyafet (olur da dışarı çıkarsam diye - dışarı çıkabilecek enerjiyi bulabileceğine sonsuz inanışla bağlanacaksın =)), pijama, bir de hijyenik bir takım malzemeler koydum. Ek olarak minik bir laptop, İlk Randevu metinleri, bir adet kitap ve bir de çizme aldım. Bir haftasonu için. Neredeyse hiçbirini kullanmadım; çünkü sadece evde yattım.

Sonra Ankara'daki hastane sürecim başladı. Gerçekten 2 parça pijamayla 5 gün geçirdim. Yine neredeyse başka hiçbir şeye ihtiyacım olmadı. Zira ihtiyacım olabilecek şeyler hastane tarafından temin ediliyordu zaten.

Sonra tedavi sürecim netleşti ve İzmir'de tedavi olmaya karar verdim. Bir süredir de buradayım ve yanımdaki malzemelerin geldiği son nokta şuna evrildi:

- Bol çamaşır
- Çeşitli pijamalar (her gün ya da iki günde bir değiştirmeye özen gösteriyorum)
- 2-3 tane eşarp
- Bilgisayar
- Telefon, kulaklık, şarj aleti
- Powerbank
- Resim defteri ve boyama kalemleri
- Günlük gibi kullandığım not defteri
- Bebe yağı, bebe kolonyası
- Ped
- Bir miktar nakit para (olur da kafeteryadan çay söylersem kullanmalık)

Sanırım bu kadar.

İnsan gerçekten bununla yaşayabiliyor. Tabii ki şu an ekstrem bir durum halindeyim. Normal bir düzen içinde değilim. Birçok şeye burada zaten ihtiyaç duymuyorum. Toplum içinde değilim. Sosyalleşmek zorunda değilim. Bir sorumluluğum, zorunluluğum yok. Şu an içinde bulunduğum durumu zaten normal standartlar ile karşılaştırmıyorum; lakin bu süreçte anladım ki gereksiz yere hayatımda tuttuğum da milyonlarca şey var.

Asla kullanmadığım, çok büyük ihtimalle de kullanmayacağım tonlarca kıyafet, okumayacağım kitaplar, varlığını unuttuğum objeler, yediklerim, içtiklerim, hatta daha da ileri gidiyorum, asla dönüp bakmayacağım, hatırlamayacağım sırf hatıra diye saklanmış mektuplar, fotoğraflar, broşürler, vs. Gerek var mı bunları tutmaya?

Gerçekten neden bu kadar anılarımıza, eşyalarımıza bağımlıyız? Bunların hepsi uzun vadede bize yük olarak geri dönüyor sanki. Bu konu üzerine evime döndüğümde ciddi bir çalışma yapmayı düşünüyorum. Gerçekten teker teker oturup bütün eşyalar için bu bana hizmet ediyor mu diye sormak ve bana hizmet etmediğine karar verdiğim şeyleri hayatımdan çıkarmak istiyorum. O şeyler başkalarına hizmet edebilirler. Boşuna bende duruyorlar.

Fazlalıklardan kurtulmak. Benim öğrendiğim güzel şeylerden bir tanesi. Duyguların yükleri, eşyaların yükleri, insanların yükleri, yediklerimizin, içtiklerimizin yükleri, işlerin yükleri, istemeden yaptığımız bizi yüzeyde ya da derinde mutsuz ettiğini fark ettiğimiz şeyler. Yük olan her şey. Bunları atınca hayatımın nasıl olacağını merak ediyorum baya. Bir yanda küçülmek ve bir yandan bunu yaparken içinin büyümesi. Kalbinin büyümesi. Enerjinin büyümesi. Bu konudaki deneyimlerimi ilerlettikçe paylaşmaya devam edeceğim.

Halihazırda bu sürece çoktan girmiş, faydasını görmüş, önerilerde bulunabilecek, bu sürece girmese de bununla ilgilenen birileri varsa öğrenmek, dinlemek, tartışmak, konuşmak, paylaşmak isterim.

21 Şubat 2019 Perşembe

Savaşma Seviş

Bu AMeLelik dönemi boyunca bir sürü yeni insan dokundu hayatıma. Önceden tanıdığım, çok da yakın ya da sıkı iletişimimin olmadığı bazı kişilerle düzenli iletişimler kurmaya başladık. Çocukluğumdan, geçmişimden gelen ve bir sebepten koptuğum birçok arkadaşımla yeniden birbirimizin hayatlarının bir parçası olduk. Sosyal medya üzerinden de sık sık mesaj alıyorum.

Genelde muhabbetler "ne kadar ilham veriyorsun" cümlesi ile başlıyor. Akabinde ben teşekkür ediyorum, bazen de birkaç başka cümle araya giriyor ve sonrasında teşekkür ediyorum.

Şimdi bu konu hakkında neler düşündüğümü paylaşmak istiyorum.

Öncelikle benim şartlarımı bir ele alalım. Evli değilim, çocuğum yok. Sabit gelirli, 9-6 çalıştığım kurumsal bir işim yok. Kimsenin sorumluluğu yok üstümde. Ödemekle yükümlü olduğum yüklü miktarda olan ve uzun sürede ödenen ev, araba gibi kredi borcum yok. Annem ve babam benimle ilgilenebilecek durumdalar. Şımarıklık yapma lüksüm var. Benim amelelik şartlarım da tedavi edilebilirlik anlamında çok hızlı ve olumlu sonuçlar verebilecek durumda ki verdi bile. Bütün bu bilgiler ışığında bana düşen tek bir görev var, o da iyileşmek. Ben de tamamen ona odaklanabildim doğal olarak.

Bana göre benim şartlarımdaki herkes bu sürece son derece pozitif yaklaşabilir. "Kesinlikle yaklaşır" diyemem belki; ama yaklaşabilir. Tamam, kendimi küçümsemiyorum, ben de biraz normalin üstünde pozitif yaklaşıyor olabilirim; ama eminim ki benim şartlarımda böyle bir durumla karşılaşmış olsa bir sürü insan benim gibi davranırdı.

Bence esas olay nerede biliyor musunuz? Günlük hayata dönüp günlük dertlerle yüzleştiğimde de aynı şekilde yaklaşabilecek miyim? Tabii ki bu süreçte bir sürü şey öğrendim ve çok büyüdüm, değiştim. Mutlaka günlük dertlere şimdiye kadarkinden çok daha ılımlı yaklaşacağımdır ya da ne bileyim en azından eskisine oranla daha az dert olarak göreceğim şey olacaktır hayatımda. Peki, gerçekten bu süreçteki deneyimimi hatırlayacak mıyım hep?

Hatırlamak için elimden geleni yapacağımı biliyorum. Her şeye gülerek, keyif alarak yaklaşmanın etkilerini bu süreçte muhteşem bir şekilde deneyimledim. Hiçbir şeyi kafaya takmıyor muyum? Tabii ki takıyorum; hemen sonrasında da kendi çözüm yöntemlerimle çözümlüyorum. Şu an durumlar böyle. Diliyorum ki bu süreç sağlıkla tamamlanıp da ben günlük hayatıma döndüğümde de hemen mutluluk ve keyif yöntemlerim aklıma gelsin de kullanayım. Her şey çok rahat ve kolay görünsün gözüme.

Yine de şunu çok net söyleyebilirim:

Tevekkül etmek (yeni öğrendim de bu kelimeyi, kullanayım istedim hehe - kabullenmek demekmiş) çok güzel bir yaklaşım. Birçok şeyi çözümleyebiliyorsun bu sayede. Kolaylık, rahatlık ve keyif buradan geliyor.

Hayatım boyunca hep bir savaş, hep bir mücadele halinde yaşadım. Bunu bırakıyorum artık. Ben artık Amazon kadını olmak istemiyorum. Savaşçı olmak istemiyorum. Bunları azat ediyorum hayatımdan. Ben yumuşak, dişil, keyifli, barışçıl bir kadın olmayı seçiyorum. Ameleyle de savaşmıyorum şu anda. Annemin bir arkadaşının yaptığı yorum gibi: "İlayda bu durumla savaşmıyor, sevişiyor sanki". Evet, öyle. Onu bir misafir gibi düşünüyorum, geldi, ağırladık, e artık gidiyor. Ayakkabılarını giyiyor şu an kapıda. Eşikte yani. Bir sonraki adımda da kapıdan çıkacak. Az kaldı.


14 Şubat 2019 Perşembe

Taburculuk Aşk Getirir

Aslında yazmış olduğum; lakin henüz yayınlamadığım bir yazım var. Hazırda duruyor; ama ben onu yayınlamadan önce başka bir şeyler karalamak istedim.

Son birkaç gündür üretimsel herhangi bir şey yapamadım; çünkü biraz hareketli birkaç gün geçirdim. Zira dün hastaneden taburcu oldum. =)

Şöyle gelişti aslında; son birkaç gündür kan değerlerim kayda değer şekilde artış gösterdi. Nasıl oldu o iş derseniz, bir miktar tedavisel yükleme yaptılar. Terapiden sonra değerler düşüyor. Sonra da yükselmesi bekleniyor. Benimkileri bekledik bekledik bir türlü yükselmedi. Doktorlar da şöyle bir gazlamak istediler benim anladığım. Ona uygun bir tedavi denediler. Bedenim de hızla cevap etti ve yükselme kısmına geçti. Her gün kan alıyorlar hastanedeyken. Değerleri günlük takip ediyorlar. Baktılar durum güzelleşiyor, tedavinin de devamına karar vermek gerekiyor. O yüzden ufak bir taburculuk gelişti. Bir hafta sonra tekrar kontrole gideceğim. Yine hastaneye yatış yapabilirim. Ona gittiğimde karar verecekler. Tedavinin nasıl devam edeceğine karar verdikten sonra; ama o zamana kadar, yani bir hafta boyunca evdeyim. Hava güzelse dışarı çıkıp yürüyüş yapma iznim var. Kalabalıklardan uzak durmam gerekmekte. Dışarı da maskeyle çıkmam gerekmekte tabii ki.

Bu ön bilgileri verdikten sonra, hastanede geçen bir ayın sonunda eve gitmenin ya da hastane odası dışında olmanın nasıl bir deneyim olduğundan bahsetmek istiyorum esas. İçim pır pır bu konuyla ilgili olarak.

Öncelikle beni odadan tekerlekli sandalye ile çıkardılar. Yürüyebilmek bir kriter değil o noktada hastane için. Hastane sınırları içinde yatışlı bir AML hastasıysan, hiçbir yere yürüyerek gidemiyorsun. Yürüyüş sadece kaldığın oda içinde mümkün. Geri kalan yerlere mutlaka tekerlekli sandalyeyle götürüyorlar. Gittiğin yerler de zaten sadece tomografi, ultrason odaları oluyor. O da ancak ateşlenirsen falan. Dolayısıyla hastaneden çıkana kadar da sandalyede oturdum. Kapıya kadar getirdiler. Babam arabayı girişe çekti. Sonra bir ay sonunda ilk defa dışarının havasıyla buluştuk. Yağmur yağıyordu ve yağmurun nasıl koktuğunu hatırlamıyordum. Hatırladığım gibi de kokmadığını fark ettim koklayınca. Biraz kirli bir koku vardı çünkü. Kurumlu koku, bildin mi?

Eve geldik. Ev hastaneye çok yakın. İzmir'deki evimiz çok aydınlık. Çok ferah. Her yerden güneş alıyor, eğer güneş varsa. Taburcu olma ihtimalimizin olduğunu öncesinde düşündüğümüz için babam biz gelmeden önce evi hazırlamıştı da. Mis gibi odama yerleştim. Sonra bir güzel filtre kahve içtik. En özlediğim şey o oldu hastane yaşamı boyunca. Bir lezzetli geldi ki o filtre kahve.

Halam mis gibi yemekler yaptı. Akşam yediğim her lokmanın lezzeti aynıydı. Hatta artarak ilerlemiş olabilir. Marjinal fayda teorisi yalandı o anda benim için.

Sabahında hastaneden çıkmadan önce kemik iliği biyopsisi alındığı için birazcık popom ağrıyordu ve yürürken ufak topallamacam oldu gün içinde; ama yine de bol bol evin içinde yürüdüm. Koridorları gezdim. Mutfakta oturdum. Salonda oturdum. Mesajlara cevap verdim; ama telefonları açmadım. Biraz uzak kalmak istedim. Sonra da uyudum zaten. Gece hastanede uyandığım saatlerde yine uyandım; ama sonra hemen uyudum. Sabah da hastane standartlarına göre baya geç sayılabilecek bir saatte kalktım. Sekiz buçukta falan.  =)

Bugün dün gibi değil. Bugün hava güneşli. Çamaşırları balkona astık. O kadar güneşli.

Sabah balkonda bir miktar vakit geçirdim. Havayı kokladım. O kadar güzel ki. Sonra inanılmaz muhteşem bir kahvaltı ettik. Marjinal fayda teorisi hala yalan.

Annemin kanser atlatan ve tedavi süreci de bir seneye yakın süren bir arkadaşı demişti ki bana, "pencereden baktığında hayat çok güzel gelecek, çok ufak şeylerin güzelliğini fark edeceksin." Ben hep ufak güzellikleri fark etmişimdir; ama bu seferki güzellik çok farklıydı. Yaşadığım şiirselliği anlatamam. Üstelik şiirlere de bayılan bir karakter değilimdir. Bugün şiiri hissettim. Bugün aşkı hissettim. Sevgililer Günü çok saçma gelir; ama bugün başka oldu gerçekten. Bugün bir kez daha kalbimin her şeye karşı aşkla çarpmasını hissettim.

Birazdan yemek yiyip sonrasında da deniz kenarına yürüyüşe gideceğiz. Sonra ben bir kez daha hayatın bu kadar güzel ve mucizevi olmasına şükredeceğim.

11 Şubat 2019 Pazartesi

Bir AMeLe'nin Günlüğü vol.2

Kanserle direkt veya dolaylı olarak tanışmış birçok insan olduğunu biliyordum; ancak açıkçası AML, ALL (Lenfoma olarak da bilinir) hastalıklarının genç ve orta yaş grubunda bu kadar yoğun olduğunu bilmiyordum. Herkes tabii bas bas bağırarak geçirmiyor tedavi dönemini. Ben o şekilde daha rahat hissettiğim için, insanlardan gelen pozitif enerji bana iyi geldiği için biraz daha açık yaşamayı tercih ediyorum. Bunu da açıkçası tavsiye edebilirim; çünkü böyle bas bas bağırmamın bir takım getirileri oldu. Biraz bu getirilerden bahsetmek istiyorum.

Her şeyden önce paylaşmak süreci kabullenmemi çok kolaylaştırdı. Tek başıma olmadığımı bütün yeni üreyen sağlıklı hücrelerimde, iliklerimde hissediyorum şu anda. Bu beni gerçekten çok çok güçlendiriyor. Enerji, dua, güzel dilekler, herkesin kendi inanç birliği içindeki tanımı ne ise o güzel şeylerle büyüyorum, şifalanıyorum.

Bu süreç sadece benim sürecim olmaktan çoktan çıktı bile. Bu benim ailemin de süreci, yakın ve uzak arkadaş çevremin de süreci, hatta beni tanımayan, benim tanımadığım birçok başka insanın da süreci oldu. İşte bu kısım çok enteresan. Burada benim dışımda süreçten etkilenen diğer taraflardan biraz bahsetmek istiyorum detaya inerek.

Öncelikle çekirdek ailemden başlayayım. Daha önce de bahsettiğim üzere annemle birlikte kalıyoruz hastanede. Annem bana 1 aydır refakat ediyor. 35 senedir devlet memuru olarak çalışan 58 yaşındaki bu kadın bir aydır izinli ve 31 yaşındaki kızının başında bekliyor. Yeri geliyor onu yıkıyor, yeri geliyor giydiriyor, yeri geliyor yemeğini yediriyor, ne gerekiyorsa yapıyor. Bütün bunları yaparken pozitif enerjisiyle enerjime enerji katıyor. Bir yandan sürecin tadını da çıkarıyor. O da benimle birlikte sağlıklanıyor. Cildi güzelleşti, zayıfladı, yüzüne gençlik geldi. Çooooook uzun zamandır ana-kız böyle kaliteli vakit geçirmemiştik. Bize, iletişimimize çok iyi geldi bu süreç.

Babam için kabullenmesi daha zor bir süreç oldu. Babam hala şaşkın aslında duruma içten içe; ama bir yandan da inançlı. Görüyor, iyileşiyorum. Biz hastanede annemle yaşarken o da bize dışarıdan lojistik destek sağlıyor. Kıyafetlerimizi yıkıyor, ütülüyor, getiriyor bize. Dışarıdan alınacak şeyleri hallediyor. Akşamları cama geliyor görüşe. :) O da kendine bakmaya başladı. Her gün yürüyüşünü yapıyor. Zayıfladı baya. Bir ay sonra ilk defa yakından gördüm dün, cildi parlamış, gençleşmiş onun da.

Kardeşim için nasıl bir süreç tam bilmiyorum; ama şunu biliyorum ki kardeşim hayatı ve hayatım boyunca hep benimle gurur duydu. Benim kendimle gurur duymadığım zamanlarda bile benimle gurur duydu, beni destekledi, bana inandı hep. Şu anda da bana inandığına çok eminim. Ben de ona çok inanıyorum hayatta. Hep başarılı olacağına, elinden her iş geleceğine, ne isterse başarabileceğine. Şu sıralar o da olur da kendisinden kök hücre nakli olacak olursam diye hayat tarzına, kan değerlerine dikkat ediyor.

Çekirdekten çıktıktan sonraki ailemle birbirimize daha çok tutulmaya, tutunmaya başladık. Herkes pozitif, herkes keyifli ve inançlı. Hiç kimsenin ses tonunda en ufak bir kırıklık duymuyorum. Hep içten güldüklerini görüyorum, hissediyorum.

Arkadaş grubumda çok değişik şeyler oluyor. Herkes kendi içinde farklı sorgulamalar, dönüşümler, evrilmeler yaşıyor benim gözlemlediğim. Hepimize gerçekten de iyi gelen bir süreç oldu bu. Çok saçma gibi görünebilir; ama gerçekten enerjimiz boyut atladı hepimizin. Sürecin başlarında bir arkadaşım "Böyle bir şey neden senin başına gelir ki?" demişti. "Çünkü" demiştim, "ben bunu çok güzel ve verimli bir şekilde atlatabilirim." Başından beri inandığım şey bu. Ben burada sadece elçilik yapmış gibi hissediyorum. Hepimizin farklı farklı tekamülleri olması gerekiyordu ve bu şekilde hepimiz kendi payımıza düşeni deneyimleyebiliyoruz gibi.

Bir de uzaktan tanıdığım ve bu süreçte her gün bir şekilde iletişimde olduğum, yakınlaşmaya başladığım, hiç tanımadığım, bu süreçte tanıştığım, bu hastalıkla çoktan yüzleşmiş ve onu bedeninden azat etmiş, halihazırda yüzleşmekte olan ya da hastalıkla bir bağlantısı olmayan; ama bir şekilde yollarımızın kesiştiği insanlar var. Hepsi çok güzeller. Bazen gerçekler mi rüyalar mı emin olamıyorum. O kadar güzeller. Unicornların varlığına inandıran insanlar bunlar. Başka hayat mümkün dedirten, gerçekten bir olunduğunda, bir hedefe odaklanıldığında nelerin muhteşem bir boyutta değişebileceğini gösteren insanlar.

Kısacası ben hayatımın en keyifli, güzel dersini yaşıyorum. İyi ki diyorum. İyi ki bu amelelik bulmuş beni. Şimdi artık bu keşfettiklerimi cebime koyup benim de onu vücudumdan azat etme vaktim geldi. Çok hızlı geldi. Çok hızlı öğretti. Çok da hızlı gitsin. Ben de sonrasında güzelce bir sindireyim karşılaştıklarımı, deneyimlediklerimi. Sonrası bahar zaten.

Hayat çok güzel. Çok. Hayatı sevmek çok güzel. Büyümek, öğrenmek, böyle şeyler deneyimlemek çok güzel.

İyi ki.




8 Şubat 2019 Cuma

Bir AMeLe'nin Günlüğü vol.1

Lösemi olduğumu sindirdiğimden beridir (teşhisin 3. gününden beri falan yani) durumla dalga geçiyorum. Baya bir komiklikler şakalar halindeyim. Yakın arkadaş çevremle baya zehirli espriler döndürüyoruz. Ayrıca hastanede çok komik şeyler yaşanıyor ben böyle yaklaştıkça. Çok eğlenceli bir hal almaya başladı bizim hastane maceramız. Doktorlar ve hemşireler de aşırı kafalar. Onlarla da çok eğleniyoruz. Buradaki hikayeleri ayrıca not alıyorum. O hikayelerle ilgili başka planlarım var. O yüzden buradan şimdilik paylaşmayı düşünmüyorum; ama paylaşmak için çıldırıyorum. =)

İnsanlar da ekstra hassas oluyorlar böyle durumlarda. Bir cenaze ortamı varsa, biri ciddi bir hastalıkla mücadele etmekteyse, vs gibi durumlarda insanlar ne yapacaklarını bilemiyorlar bazen. Arasam mı aramasam mı ikilemi yaşıyorlar. Ya konuşmak istemiyorsa, ya üzersem, ya ne diyeceğimi bilemezsem gibi kaygılar yaşıyorlar. Bu kaygılar karşıdaki kişiye göre çok yerli de olabilir tabii ki; ama benim durumumda biraz yersiz kalıyor. Hatta telefonla görüştükten sonra herkesten duyduğum ilk cümle "sesin ne kadar güzel geliyor, rahatladım konuşunca" oluyor. Bir de üstüne espri yaparsam hastalıkla ilgili ardından da şu cümle geliyor: "Bir sürü espri geliyordu aklıma, durduruyordum; ama sen lök diye geyiğe çevirince rahatladım. Espri iznimiz var mı?"

İstediğim o zaten. Ben bu hastalıkla savaşmıyorum. Benim yaptığım şey savaş değil. Benim yaptığım şey bu hastalığın benim başıma gelme sebebini keşfetmek, dersimi çıkarmak ve sonrasında da onu sağlıkla hayatımdan göndermek. Bu süreci de her zaman yaptığım gibi hayatla dalga geçerek, biraz sarkastik yaklaşarak geçirmeyi tercih ediyorum. Boşuna İlotar demedik. Keyif hayattaki amacım. Her şeyden keyif almaya bakıyorum şu anda. Bu durumdan da. Ben keyif aldıkça iyileşiyorum. Hayatımda kendime bu kadar vakit ayırabildiğim hiçbir dönemim olmamıştı çooook uzun zamandır. Hayatla boğuşurken, "off biraz boş vaktim olsa da götümü devirsem" dediğimiz anlar var ya, hah işte o an şu an benim için.

Bazen soruyorlar hastanede günümün nasıl geçtiğini, sıkılıp sıkılmadığımı. Sonuçta neredeyse bir aydır dokuz metrekarelik bir odada annemle birlikte yaşıyoruz ve koridora dahi çıkamıyorum ben. Çok sıkılıyor olmam gerekir, değil mi?

O kadar sıkılmıyorum ki. Sürekli yapacak bir şeyler oluyor. Bir kere nereden baksan her gün defalarca hemşire, doktor, hasta bakıcı, temizlik personeli geliyor odaya. Onlarla ister istemez iletişim kurmaya başlıyorsun. Kimisinin ailesi hakkında bir şeyler öğreniyorsun, kimisinin hangi dizileri sevdiğini öğreniyorsun. Bir de biz sürekli annemle komikli şakalı takıldığımızdan onlar da öyle yaklaşıyorlar artık. Birlikte oldukça gülüp eğleniyoruz. Geri kalan zamanlarda bazen acapella videolar çekiyorum -ki bir dakikalık video yapmam bazen 2 saatimi alıyor. Bazen yazı yazıyorum, bazen meditasyon yapıyorum, bazen uyukluyorum, bazen annemle gıybete dalıyoruz, bazen dizi, film, vs izliyorum. Bazen sosyal medya çukuruna düşüyorum, o baya bir uzun sürüyor ve vakit nasıl geçmiş anlamıyorum. Normal bir zamanda bu durum beni ürkütür; ama böyle bir zamanda iyi geliyor. Sık sık çevremdekilerden mesajlar geliyor zaten ya da telefon görüşmeleri yapıyorum. Onlara cevap ederken de baya bir zaman geçiyor. Kısacası bir bakıyorum gün bitmiş. Dışarıda olanlara zaman nasıl geçiyorsa bana da öyle geçiyor burada. Belki daha bile hızlı geçiyordur; çünkü çoğunlukla sevdiğim şeylerle uğraşıyorum.

Ben şu an sanki spiritüel bir kampta gibiyim. Burası dinlenmek, arınmak, yeniden doğmak için bir kampmış da üç öğün yemek, oda temizliği, sağlık hizmetleri dahilmiş gibi. Böyle değerlendiriyorum süreci ve gerçekten de böyle oluyor. =)

Sizlerden de beklentim olabildiğince duruma böyle bakmanız. Birlikte durumun mizahını yapalım, sürecin faydalarını konuşalım. Çok daha eğlenceli. Çok daha keyifli.

Mizahla kalın!

3 Şubat 2019 Pazar

İlotar AML Bükücü

Dedim ki sigarayı bırakmayı çok istiyorum. Dedim ki gitmelerim geldi, biraz ya da belki hepten buralardan uzaklaşmak istiyorum. Dedim ki kendime bakmak, kendime değer vermek istiyorum. Dedim ki çok sevilmek istiyorum. Dedim ki üretmek istiyorum. Dedim ki 2018 çok güzel geçti, 2019’da daha iyisini istiyorum.

Çok zaman önce değil, yakınlarda dedim. Bundan daha iyi nasıl olur dedim.

Tüm isteklerime, sorularıma tek bir hamleyle cevap buldum. O hamle bedenimin hamlesiydi. Lösemi oldum.

Akut Miyeloid Lösemi. Duyunca irkiliyor insan, yalan yok. Lösemi kelimesi beynimize kötü kodlanmış. Filmlerden, hikayelerden. Amansız hastalık denmiş. Bilmiyorsun, korkuyorsun duyunca. Adını söylemesi zor geliyor. Doktorun suratına bir tane patlatasın geliyor ağzını topla diye. Yapamıyorsun. İçinde, kalbinde, midende, sana bunu yaşatan tüm o hücrelerinde, iliklerinde panik içinde korkuyu hissediyorsun; ama dışavurumu katatonik bakışlar ve tepkisizlik, hatta belki duygusuzluk oluyor. Boş boş bakarak dinliyorsun sanki tanımadığın birine teşhis konmuş gibi. Ya ben daha dün iki bira içiyordum, benim yarın oyunum vardı, emin miyiz, kesin bilgi mi? Ya bakın benim çok işim var, beni oyalamayın. Sen bunları düşünürken sana tedaviyi anlatıyorlar. Bir bok anlamıyorsun. Kafan asla orada değil zaten.

İlk şoku atlattıktan sonra kabullenme kısmı geliyor. Ne kadar çabuk kabullenirsen o kadar bitti say. Kabullenmek anahtar. Benim kabullenmem bence baya kısa sürdü.

Kendime soru sordum. Bu neden benim başıma gelmiş olabilir? Sonra hemen cevaplar gelmeye başladı. Sigarayı bırakmak istiyordum. Bıraktım mı? Evet. Gitmelerim gelmişti. Gittim mi? Evet. Kendime bakmak istiyordum. Bakmaya başladım mı? Evet. Üretmek istiyordum. Bunun için vakit yaratmak istiyordum. Vaktim var mı? Tonla. Daha kaliteli yaşamak istiyordum. Yaşıyor muyum? Evet.

Bütün bu saydıklarımın olması için lösemi mi olmalıydım? Lösemi olmadan bunlar olmuyor muydu? Demek ki olmuyordu. Bu hastalığın benim hayatıma dokunması gerekiyordu. Bana hiç bilmediğim bir şeyleri öğretmeye geldi, hiç aklıma gelmeyen şeyleri fark ettirmeye geldi belki. Süreç içinde göreceğiz daha neler katmaya gelmiş. Ne hediyeler getirecek hayatıma, hepsini göreceğiz nasılsa.

İşte tam olarak böyle kabullendim hastalığı. Biraz şiddetli bir grip gibi davranmaya başladım. Diğer hastalıklardan farkı tedavi sürecinin o hastalıkların tedavi sürecine göre biraz daha uzun olması. Sabır gerektirmesi. Açıkçası başka da bir numarası yok. Belirli bir tedavi şekli var. O uygulanıyor. Süresi, sürecin ilerleyişi az çok belli. Kişiden kişiye değişen şeyler var tabii ki; ama genel minval net. Hastaya düşen pay kendisine söyleneni yapmak, moralleri yüksek tutmak, iyileşeceğini bilmek, steril ve hijyenik olmak. Geri kalanı doktorların, hemşilerin sorumluluğu. Herkes kendi sorumluluğunu hakkını vererek yaptığında 6-8 ay gibi bir sürede tamamen iyileşme sağlanıyor zaten. Sonrasında da artık bedenini dinlemen gerekiyor.

Bedenimiz bizimle çok güzel konuşuyor. Bize derdini çok güzel anlatıyor biz duymayı bildiğimiz sürece. Duymazsak işaretler gönderiyor. Hala duymazsak masaya yumruğunu vuruyor ve kendini dinletiyor zaten. Lütfen bedeninizi dinleyin. Ona kulak verin. O sizi mutlaka yönlendiriyor.

Bunu yaparken zihninizi ve ruhunuzu da dinleyin lütfen.

Zihin, ruh ve beden üçlüsü uyumluysa hayat da uyumlu. O zaman akışta kalabiliyoruz işte. O zaman anı yaşamak denen şeyi yapabiliyoruz. O zaman her şeyin tadını çıkarmayı beceriyoruz.

Buraya bir yılı aşkın süredir yazmamışım. Sanırım bundan sonra yazacağım yeniden; çünkü hissettiğim ve paylaşmak istediğim çok şey var. Burası da benim his ve paylaşım fanusum zaten. Kendimi en güzel ifade ettiğimi düşündüğüm yer. Buna da vesile oldu bak bu lösemi.

Bir de son olarak arkadaşlarım ilotar son AML bükücü dediler. Ben son kelimesini kaldırdım. Benden sonra da bunu bükecek bir sürü insan olacak. O yüzden sadece ilotar AML bükücü diyorum. Sonradan da öğrendim ki Fince’de ilo keyif (joy) demekmiş. Bir kelimenin sonuna -tar eki geldiğinde de o işi yapan kadın anlamını veriyormuş. Hatta eski Fince’de x tanrıçası anlamına geliyormuş. Yani ilotar Fince keyif tanrıçası demek oluyor diyebiliriz. Ben çok sevdim, kabul ettim.

Bir keyif tanrıçası ve AML bükücü olarak hepinize keyifli pazarlar diliyorum.

12 Haziran 2017 Pazartesi

Otuza Yaklaşırken

Bir ay sonra 30 yaşında bir kadın olacağım ve hayatın ne kadar enteresan olduğuna her gün biraz daha, bir kez daha şaşırıyorum. Şu zamana kadar deneyimlediklerimden öğrendiğim şeylerin tamamını hayatıma katabilsem bile yine de şaşırırdım sanırım; çünkü çok fazla sürpriz var. Vallahi de boşuna demiyorlar hayat sen planlar yaparken başına gelenlerdir diye. Şimdiye kadar planlarım hep şaştı galiba. Tam bir şeylere girişeceğim bir gülme geliyor. Hayat pat diye bir espri yapıyor.

Kendimle ilgili baş etmem ya da çözümlemem gereken şeyler çıkarıyor karşıma. Ona odaklanıyorum. Çözmeye çabalıyorum. Kendimce yollar üretiyorum. Hooop, baş edilecek yeni bir şey çıkıyor. Hiçbir zaman oldum dedirtmiyor. Zaten hiçbir zaman olmuyorsun. Olmak ölmek gibi bir şey sanırım.

Bir yandan da sen çözmeye çalıştıkça, yollar ürettikçe hayat da boş durmuyor, karşılığını veriyor. Bazen hiç aklına gelmeyen yeni bir yol sunuyor önüne, bazen aklına gelmiş olsa da girmeye cesaret edemediğin yola girebilmen için fırsatlar sunuyor, bazen yarattığın yolu kapatıyor- hatta senin yarattığın ve sana kapattığı o yolu başkalarının kullanması için açıyor, bazen ne yapsan olmuyor, bazen hiçbir şey yapmasan da oluyor işte.

İşte bu yüzden dalga geçerek yaşamak gerekiyor sanırım. Zira hayat çok şakacı ve şakacıları da seviyor. Şakacılara yaptığı sürprizler hep daha keyifli oluyor; çünkü hayat biliyor ki şakacılar onun şakalarını anlayacaklar ve gülecekler. O şakaların tadını çıkarabilecekler.

26 Kasım 2013 Salı

Zaman değil de mekan önemli bazen. Bazen doğa, bazen insanlar. Mesela sözcükler hiç önemli değil; ama tanımlar önemli aslında.

Bazen sigarayı içmek değil de sigarayı o manzaraya karşı içmek önemli. Bazen manzaraya bakmak değil, orada gördüklerin önemli.

Bir de hep olan var. Misal sen. Misal duyguların. Misal Ege'ye gittin. Güneş var, durgun deniz var, renk var, tatlı huzur var. Misal Karadeniz'desin. Yağmur var, bulut var, dalgalar var kocaman, gri var. Tatlı olmayan bir huzur var orada. 

Ne dersen de, adını sen koy. Sözcük önemli değil ya, içerik önemli işte. Nerede olursan ol, özne hep sensin. Hep varsın orada. Sen yine sensin. İstediğin kadar sen olmaktan çık, yine sensin. O da senin sen olmaktan çıkmış halin.

Hani hayat güzel ve kuşlar da uçuyor ya zaten, yeşil varken, mavi varken sen niye olmayasın? Aşk niye olmasın? Varsın değil mi? Varsın, varsın. Biliyorum.